5 Nisan 2008 Cumartesi

The Egg By Sherwood Anderson

YUMURTA
Babamın sevecen ve neşeli olması eminim doğanın takdiriydi. Babam Ohio şehrinin yakınında Bidwell’de yaşayan Thomas Butterworth adındaki kişi için işçi olarak otuz dört yaşına kadar çalıştı. Babamın kendi atı vardı ve cumartesi akşamları diğer işçilerle birkaç saat geçirmek için şehre giderdi. Orada bardaklar dolusu bira içer ve cumartesi akşamları dolu olan Ben Head’in meyhanesinde zaman geçirirdi. Şarkılar söylenirdi ve bardakların gürültüsü duyulurdu. Saat 10’da babam boş sokaklardan geçerek evin yolunu tutar, atını uyuması için hazırlar ve hayatından oldukça memnun bir şekilde yatmaya giderdi ve o an dünyevi hiçbir şey düşünmezdi.
Şehirde öğretmen olan annemle evlendiğinde otuz beş yaşının baharıydı ve bir sonraki baharda kıvranarak ve ağlayarak ben dünyaya geldim. Her ikisine de bir şeyler oldu. Hırsa büründüler ve Amerikalılara özgü hayatta güçlü olabilme tutkusu onları da ele geçirdi.
Bir öğretmen olarak anneme göre kitap ve dergi kesinlikle okunmalıydı ve bu onun için sorumluluktu. Tahminime göre annem, Garfield’in, Lincoln’un ve diğer Amerikalıların fakirlikten üne ve büyüklüğe nasıl kavuştuğunu okudu ve lohusa günlerinde ben onun yanında yatarken belki birgün benim de insanlara ve şehre hükmedeceğimi hayal etmiş olabilir. Her neyse, annem babamı işçi olarak çalışmaktan vazgeçirip, atını satmaya ve kendi ayakları üzerinde durmaya ikna etti. Kaygıyla bakan gri gözleri ve uzun burnu olan annem sessiz bir kadındı. Kendisi için hiçbir şey istemezken babam ve benim için onulmaz isteklerle doluydu.
Her ikisinin de yeni iş girişimi kötü sonlandı. Bidwell’den sekiz mil uzaktaki Grigg Road’daki on hektarlık taşlık araziyi kiraladılar ve tavuk beslemeye başladılar. Çocukluğum o çiftlikte geçti ve yaşamımın ilk izlenimlerini orada edindim. Baştan itibaren felaketle karşılaştılar ve bana gelince yaşamın kötü yanlarını görmeye meyilli karamsar bir insan oldum. Bu gerçeği çocukluğumda mutlu geçmesi gereken anların bir tavuk çiftliğinde geçmesine bağlıyorum.
Bu durum içerisindeki tek şey bir tavuğun başına gelebilecek feci şeyler hakkında hiçbir fikrinin olmamasıdır. Tavuk yumurtadan çıkar, Paskalya kartının üzerinde görebileceğin gibi küçük bir kuş tüyü gibi birkaç hafta yaşar, sonra tüylerinin döker, ki çok çirkin olur, babamın alın teriyle kazanıp aldığı mısır tanelerini ve buğdayı yer, daha sonra dil altı, kolera ve buna benzer adını sayamayacağım hastalıklara yakalanır, güneşin altında anlamsızca bakan gözlerle durur ve en son hasta olur ve ölür. Birkaç tavuk ve zaman zaman bir horoz Tanrı’nın gizemli sonlarının farkına varır ve olgunluğa erişmek için çabalar. Tavuklar yumurtlar ve bu yumurtalardan yeni tavuklar dünyaya gelir ve bu korkunç döngü böyle tamamlanır. Bunların hepsi gerçekten inanılmaz derecede karmaşık. Birçok filozof tavuk çiftliğinde büyümüş olmalı. İnsanoğlu tavuktan çok şey bekler ve bu gerçekten hayal kırıklığıdır. Yaşam yolculuğuna henüz çıkmakta olan küçük tavuklar öyle akıllı ve uyanık görünmelerine rağmen gerçekte aptallardır. İnsanlara o kadar çok benziyorlar ki tıpkı insanlar gibi onlar da birinin yaşam hakkındaki yargılarını diğerinkiyle karıştırıyorlar. Eğer hastalıktan ölmezlerse, umutların tekrar yeşerene kadar seni beklerler ve sonra yük arabasının tekerlekleri altında ezilmek ve yaradana kavuşmak için yürürler. Böcekler onların gençliğini istila ederler ve iyileşmeleri için servet harcamak zorunda kalınır. Yaşam ilerledikçe tavuk çiftliğinden elde edilen gelir üzerine nasıl edebî bir şey yazılacağını anladım. Bu, yasak ağacın meyvelerinden yemiş olan Tanrılar tarafından okunulacağı düşünülerek yazıldı. Bu umut verici bir hikâyedir ve birkaç tavuğu olan sıradan hırslara sahip insanların neler yapabileceğini anlatır. Bunun seni kandırmasına izin verme. Bu senin için yazılmadı. Alaska’nın donmuş tepelerinde altın aramaya git, inançlarını bir politikacının dürüstlüğüne teslim et, bu dünyanın gün geçtikçe iyiye gittiğini ve iyiliğin kötülüğü yeneceğini düşünüyorsan buna inan; ama tavuklarla ilgili yazılmış hikayeyi okuma ve ona inanma. Senin için yazılmadı bu.
Her nedense konuyu saptırdım. Hikayem esasen tavukla ilgili değil. Doğruyu söylemek gerekirse hikâyemin odak noktası yumurta. On yıldır babam ve annem tavuk çiftliğimizin parasını ödemek için uğraştılar ve sonra bu çabalarından vazgeçtiler ve başka bir amaç edindiler. Ohio’daki Bidwell şehrine taşındılar ve restoran işletmeciliği için kolları sıvadılar. Kuluçka makinesinin bir işe yaramaması gerçeğinin ve cılız ama yine de sevimli tüy yumağı halindeki piliçlerin yarı çıplak hale gelmesi ve bir tavuk olarak ölmesinin üzüntüsüyle geçen on yıldan sonra her şeyi bir kenara bırakarak, eşyalarımızı vagona yükleyip yeniden hayata başlayabileceğimiz bir yer bulma umuduyla küçük bir karavanla Grigg Road’dan Bidwell’e doğru yola çıktık.
Savaştan kaçan mülteciler gibi hayata umutsuzca bakmış olduğumuzu düşünüyorum. Annemle birlikte yol boyunca yürüdük. Eşyalarımızı taşıyan vagon komşumuz Bay Albert Griggs’ten bir günlüğüne ödünç alınmıştı. Vagonun yanlarından görünen birbirine geçmiş sandalye bacaklarının ve yatak, masa ve mutfak eşyaları ile dolu kutu yığınlarının arkasında, bebekken taşındığım bebek arabasının üstünde bir kasa canlı tavuk vardı. Neden bir bebek arabasıyla yanyana olduğumuzu bilmiyorum. Bu bebek arabası doğacak olan diğer çocukların işine yaramazdı; çünkü tekerlekleri kırılmıştı. Çok az şeye sahip olan insanlar onlara sıkca sarılırlar ve bu, yaşamı böyle hayal kırıklığıyla dolu hale getiren gerçeklerden biridir.
Babam vagonun ön kısmında yolculuk yaptı. O kırk beş yaşında, kel, biraz kilolu biriydi ve annemle ve tavuklarla olan uzun münasebetinden dolayı sessiz ve korkak biri haline gelmişti. Tavuk çiftliğinde geçen on yıl boyunca komşumuzun çiftliğinde işçi olarak çalışmıştı ve kazandığı paranın çoğu hasta tavukları iyileştirmede, Wilmer’in White Wonder kolera tedavisinde ya da Profesör Bidlow’un kuluçka makinesinde ya da annemin tavuk haberlerinden okuduğu diğer tedavi yöntemlerinde harcandı. Babamın kulaklarının üst kısmında iki tutam saçı vardı. Çocukluğumda kışın pazar günleri öğleden sonra babamın sobanın önünde sandalye tepesinde uyuklamasını izlediğimi hatırlıyorum. Henüz kitap okumaya yeni başladığım, kendi fikirlerimin oluşmaya başladığı ve babamın başı üzerinde saçsızlığın hakim olduğu zamanlarda geniş bir yola benzeyen bir şey hayal ettim. Sezar’ın Roma dışında askerlerine önderlik etmek ve dünyanın bilinmeyen güzelliklerine ulaşabilmek için yapmış olabileceği bir yol gibi... Babamın kulakları hizasındaki bir tutam saçın ormana benzediğini düşünüyorum. Yarı uyanık yarı uykulu bir halde kendimi yumurtasız, mutlu bir yaşamın var olduğu ve tavuk çiftliklerinin olmadığı güzel bir yerin derinliklerine giden yol boyunca küçük bir nesne gibi hayal ettim.
Belki biri tavuk çiftliğinden şehre uzanan maceramızla ilgili bir kitap yazar. Annemle tam sekiz mil yürüdük. O yük arabasından bir şeyin düşmediğinden emin, bense dünyanın güzelliklerini gördüğümden eminim ve babama gelince yük arabasının koltuğu onun en büyük hazinesiydi. Size anlatacaklarım bu kadar.
Yumurtadan çıkan yüzlerce hatta binlerce tavuğun olduğu bir çiftlikte arasıra şaşırtıcı şeyler oluyor. Tıpkı insanlar gibi garip şeyler de yumurtadan çıkar. Sık sık kaza olmaz, belki bin doğumda bir olur. Tahmin edebileceğin gibi ya dört bacaklı, çift kanatlı, iki başlı bir tavuk doğar ya da bunların hiç biri olmaz. Bazıları yaşamaz. Bir kaç dakika titredikten sonra çabucak yaradanın eline dönerler. Bu zavallı küçük şeylerin yaşayamama gerçeği babam için yaşamın facialarından biriydi. Babam onu servete kavuşturacak olan tavuk ya da horoz alemine beş bacaklı tavuk ya da iki kafalı horoz katabilme düşüncesine sahipti. Kasaba fuarındaki meraklı gözleri ve diğer işçilere onları gösterek artan zenginliğini hayal etti.
Her nedense çiftlikte doğan bütün acayip şeyleri sakladı. Hepsi alkolle korundu ve her biri ayrı şişelere kondu. Bunların hepsini dikkatli bir şekilde kutuya koydu ve yolculuk boyunca kutuyu koltukta taşıdı. Bir eliyle atı sürerken diğer eliyle kutuyu sıkıca tutuyordu. Gideceğimiz yere vardığımızda ilk önce kutu indirildi ve içinden şişeler çıkarıldı. Ohio’nun Bidwell şehrinde restoran bekçileri gibi geçirdiğimiz tüm zaman boyunca şişelerdeki acayip şeyler tezgâhın arka kısmında durdu. Annem ara sıra itiraz etse de babam onların hazine olduğu konusunda kaya kadar sertti; çünkü ona göre bu acayip şeyler değerliydi. Onun değişiyle insanlar garip ve mükemmel şeylere bakmaktan zevk alıyordu.
Ohio şehrindeki Bidwell’in restoran işletmeciliğine girdiğimizden bahsetmiş miydim? Birazcık abarttım. Ohio şehri bir tepenin eteğinde ve küçük bir ırmağın kıyısı boyunca uzanır. Demir yolu şehirle kesişmiyor ve istasyon kuzeydeki Pickleville şehrinden bir mil uzakta. İstasyonda elma şarabı ve turşu fabrikası varmış; ama biz gelmeden önce hepsi kapanmış. Sabah ve akşamları otobüsler Bidwell’in merkezindeki otelden Turner’s Pike’deki istasyona geliyordu. Sapa bir yerde restoran açma fikri annemindi. Bir yıl boyunca bunun hakkında konuştu ve sonunda bir gün yola koyuldu ve tren istasyonun karşısındaki boş dükkânı kiraladı. Restoran işinin kazançlı olduğunu düşünüyordu. Onun deyişiyle yolcular şehir dışına gitmek için daima istasyona geliyordu ve halkta gelecek olan trenleri izlemek için geliyordu. Onlar birkaç dilim kek satın almaya ve kahve içmeye geliyorlardı. Şu anda yaşlı olduğum için anlıyorum ki annemin çalışmasının başka bir nedeni daha vardı. Benim için planları vardı. Beni yaşama hazırlamak, şehirdeki okula göndermek ve benim büyük adam olmamı istiyordu.
Her zaman olduğu gibi Pickleville’de de ailem çok sıkı çalıştı. Öncelikle dükkanımızı bir restoran haline getirmek gerekiyordu ve bu bir ayımızı almıştı. Babam konserverleri koymak için raf yaptı. Büyük harflerle ismini yazdığı levhayı kırmızıya boyadı. İsminin altında sert bir emir vardı. “BURADA YE” ki bu emre çok az itaat edilirdi. Sigara ve tütün koymak için camlı bir dolap satın alındı. Annem yerleri ve odanın duvarlarını fırçaladı. Ben okula gidiyordum ve karamsar, cesaret kırıcı tavuklardan ve çiftlikten uzak olmaktan memnundum. Ama hâlâ çok mutlu değildim. Akşamları okuldan eve Turner’s Pike yolundan yürüyerek gidiyordum ve okul bahçesinde oyun oynayan çocukları hatırlıyordum. Bir grup küçük kız sıçrayarak ve şarkı söyleyerek yürüyorlardı. Ben de onlar gibi yapmayı denedim ve buzlu yoldan aşağı doğru sadece bir bacağım üzerinde sekerek yürüdüm. Kulakları tırmalayıcı bir sesle “abidik gubidik tivist tivist” diyordum. Daha sonra durdum ve kuşkuyla etrafa baktım. Neşeli görünmekten korktum; çünkü ölümün sıradan bir olay olduğu çiftlikte büyüyen bir kişinin, tıpkı benim gibi, böyle bir şey yapmaması gerektiğini düşünüyordum.
Annem restoranın geceleri de açık kalmasına karar verdi. Akşam 10’da yük treninden önce bir yolcu treni kapımızdan geçerek kuzeye gitti. Nakliye ekibi Pickleville’deki değişimi tamamladıktan ve işleri bitirdikten sonra sıcak kahve ve yemek için bizim restorana geliyorlardı. Bazen onlardan biri sahanda yumurta istiyordu. Sabah dörtte onlar kuzey sınırına döndüler ve tekrar restorana geldiler. Küçük bir pazarlık başladı. Annem geceleyin uyudu ve babam uyurken de gün boyunca restoranla ilgilenip pansiyonerlere yemek servisi yaptı. Babam annemin yattığı yatakta uyurken bense Bidwell’deki okuluma gitmek için yola koyuluyordum. Uzun geceler boyunca ben ve annem uyurken babam pansiyonerlerimizin sefer tası için sandviçlerin arasına konulacak etleri pişiriyordu. Amerikan tutkusu babamı da sardı ve o da hırsa büründü.
Uzun gecelerde yapacak çok fazla iş olmadığında babam hep bir şeyler düşünürdü ve bu onu çok yıpratıyordu. Bundan sonra hayata neşeli gözlerle bakmaya karar verdi. Çünkü geçmişte yeterince neşeli biri olmadığından başarılı biri değildi. Sabahın erken saatinde üst kata çıktı ve annemin yanına yattı. Annem de uyanmıştı ve konuşmaya başladılar. Ben de yatağımdan onları dinledim.
Babam yemeğe gelen müşterileri eğlendirmeye çalışalım diye bir fikir ortaya attı. Şu anda tam olarak cümlelerini hatırlamıyorum ama bu fikir bana pek parlak gelmemişti. İnsanlar, özellikle Bidwell’den gençler geldiğinde, ki bu nadiren olan bir şey, eğlenceli muhabbetler edilirdi. Babamın cümlelerinden çıkardığım sonuç bir otelcinin müşterilerine neşeli davranmasıydı. Bu düşünce annemin içine ilk başta sinmedi; ama olumsuz hiçbir şey demedi. Babam için ise Bidwell’in genç insanlarını birlikte eğlendirme düşüncesi tutku haline geldi. Akşamleyin mutlu bir grup Turner’s Pike’den şarkı söyleyerek geliyordu. Neşe ve kahkaha eşliğinde restoranımıza geldiler. Şarkılar söylenirdi ve şenlik havası vardı. Babamın bu durumla ilgili çok ayrıntılı konuştuğunu sanmayın, daha önce de dediğim gibi az konuşan biridir. Defalarca şunu söyledi: “Onlar gidebilecekleri birkaç mekân istiyorlar. Onlar gidebilecekleri birkaç mekân istiyorlar diyorum size.” Ve onun anladığı tek şey bu iken ben hiçbir şey hayal edemiyordum.
İki ya da üç hafta boyunca babamın bu düşüncesi evi âdeta istila etmişti. Bununla ilgili çok fazla konuşmamamıza rağmen bu sıkıcı ortamı biraz neşelendirmeyi gerçekten denedik. Annem pansiyonerlere gülümsüyordu, hastalığa yakalanan ben ise kedimize gülümsüyordum. Babamsa memnun olma konusunda biraz kaygılıydı. Şüphesiz onun içinde bir yerlerde şovmen ruhu saklıydı. Enerjisini geceleri gelen insanlar için harcamıyordu, yeteneğini Bidwell’den gelen kadınlara ve gençlere göstermek için saklıyor gibiydi.
Tezgâhın üstünde her zaman içi yumurtayla dolu olan telden yapılmış bir sepet vardı; çünkü insanları eğlendirme fikri aklına geldiğinde yumurtalar gözünün önünde olmalıydı. Yumurtaların meydana geliş yoluyla ve babamın fikrinin gelişim süreci arasında bir bağlantı vardı. Her neyse, bir yumurta onun tüm şevkini kırdı. Geç bir saatte babamın öfkeli bağrışı ile uyandım. Annem ve ben hemen yatağımızdan kalktık ve annem titreyen elleriyle masanın üzerinde duran gaz lambasını hemen yaktı. Aşağıda restoranın önünde bir gürültü koptu ve bir kaç dakika sonra babam yavaş ama sert adımlarla yukarı çıktı. Elinde bir yumurta tutuyordu ve üşümüşcesine eli titriyordu. Gözleri şuursuzca bakıyordu. Gözlerini bize dikmiş bakarken içimden elindeki yumurtayı ya bana ya da anneme atacak diye geçirdim. Ama onu masanın üstündeki lambanın yanına yavaşca koydu ve annemin yatağının yanında diz çöktü. Bir çocuk gibi ağlamaya başladı ve acısını içimde hissederek ben de onunla ağladım. Odanın içerisi bizim haykırışlarımızla doldu. Gülünçtür ki o geceden aklımda kalan şey annemin sürekli babamın kelini okşayıp durmasıydı. Annemin ona ne söylediğini, aşağıda olanları anlatması için onu nasıl ikna ettiğini hiç hatırlamıyorum. Aynı zamanda babamın söylediği şeylerde hafızamdan silinip gitti. Sadece kendi acımı, korkumu ve yatağın kenarına diz çöktüğünde babamın ışıkta kor gibi parlayan kel başını hatırlıyorum.
Aşağıda ne olduğuna gelince, her ne kadar babamın acısına şahit olsam da açıklanamayan bazı sebepler olduğunu biliyorum. İllâ ki herkes hayatında bir kez açıklanamayan durumlarla karşılaşmıştır. Akşam üzeri Bidwell tücarrının genç oğlu Joe Kane güneyden on treni ile gelmesi beklenen babasını karşılamak için Pickleville’e geldi. Tren üç saat gecikince Joe hem zaman geçirmek hem de babasını beklemek için restorana geldi. Yerel yük treni geldi ve çalışanlar yemek yediler. Daha sonra restoranda sadece babam ve Joe kaldı.
Bizim mekâna geldiği andan itibaren Bidwellli genç adam babamın davranışları yüzünden hayrete düşmüş olmalı. Ortalıkta boş boş dolandığı için babamın ona kızdığı fikrindeydi. Onun varlığından dolayı babamın rahatsız olduğunı fark etti ve gitmeyi düşündü. Ama yağmur başladı ve şehre yürümenin ve tekrar geri gelmenin hoş olmayacağını düşündü. Beş sente bir sigara aldı ve bir fincan kahve istedi. Çantasında gazetesi vardı, çıkardı ve okumaya başladı. Mahçup bir tavırla: “akşam trenini bekliyorum ve geç kaldı” dedi.
Daha önce Joe Kane’i hiç görmemiş olan babam dik dik ona bakarak uzun bir süre sessiz kaldı. Şüphesiz sahneye çıkmadan önce bir sanatçının hissettiği korku ve heyecanı yaşıyordu. Yaşamında birçok kez olduğu gibi sinir bozucu bir durumla karşılaştığında ne yapacağını çok düşünmüştü.
Bir şey daha var ki elleriyle de ne yapacağını bilmiyordu. Sinirli bir şekilde tezgâhın üzerinden elini çekti ve Joe Kane ile tokalaştı. “Nasılsın?” dedi. Joe Kane gazetesini koydu ve gözlerini ona dikti. Babamın gözleri tezgâhın üstünde duran yumurtalara takıldı ve konuşmaya başladı. Çekinerek “Pekâlâ” dedi ve devam etti “Pekâlâ, Christopher Colombus’u duydun mu hiç?” Kızgın gibi görünüyordu. Gayet emin bir şekilde “Christopher Colombus hilekârdır” dedi. “Yumurtayı dik bir şekilde koyduğunu söyledi. Söyledi, yaptı ve sonra gitti ve yumurtanın altını kırdı.”
Babam misafirine karşı Christopher Colombus’un ikiyüzlülüğünü destekliyormuş gibi göründü. Mırıldandı ve terledi. Christopher Colombus’u çocuklara büyük bir insan gibi öğretmelerinin yanlış olduğunu söyledi ve dahası o, çok önemli bir konuda insanları kandırdı. Yumurtayı dik tutacağını söyledi ve bunun blöf olduğu söylendiğinde hile yaptı. Hâlâ Columbus’u çekiştirirken babam sepetten bir tane yumurta aldı ve bir aşağı bir yukarı yürümeye başladı. Avucunun içinde yumurtayı yuvarlayıp durdu. Cana yakın bir şekilde gülümsedi. İnsan vücudundan çıkan elektrikle üretilen bir yumurtanın etkileri hakkında bir şeyler mırıldanmaya başladı. Yumurtanın kabuğunu kırmadan ve avucunda onu bir öne bir arkaya yuvarlama erdemiyle yumurtayı dik koyduğunu açıkladı. Onun ellerinin sıcaklığının ve yumurtaya nazikçe dokunmasının yeni bir yer çekimi merkezi yarattığını söyledi ve Joe Kane kibarca bununla ilgileniyordu. Babam: “Binlerce yumurtaya dokundum ve hiç kimse yumurtalar hakkında benden daha çok şey bilemez” dedi.
Tezgâhın üstündeki yumurtayı kaldırdı ve yumurta diğer yanına düştü. Yumurtayı her seferinde avucunda çevirerek yer çekimi kanunu ve elektriğin mükemmellikleri hakkında bir şeyler söylerek defalarca hile yaptı. Yarım saatlik bir çabadan sonra bir kaç saniyeliğine de olsa yumurtayı dik tutmayı başardıktan sonra genç adamın onu izlemediğini fark etti. Joe Kane’e başarısını göstermek için seslendiği anda yumurta yuvarlandı ve diğer yana düştü.
Bir şovmen tutkusuyla ve aynı zamanda ilk denemesinin verdiği utançla içinde o garip şeylerin olduğu şişeleri raftan aldı, misafirlere göstermeye başladı. Babam en değerli hazinesini göstererek: “Bunun gibi yedi bacaklı, iki başlı bir şey görmek hoşunuza gitti mi?” diye sordu. Yüzünü neşeli bir gülümseme sardı. Tezgâhın oraya gitti ve genç bir çiftçiyken cumartesi akşamları şehre gittiği zamanlarda Ben Head’deki adamların yaptığı gibi Joe Kane’in omzuna dokunmayı denedi. Alkolle dolu şişenin içinde biçimsiz şekliyle yüzen kuşun görünüşü müşterisini rahatsız etti ve gitmeye niyetlendi. Babam tezgâhın arkasından gelerek genç adamın kolunu tuttu ve yerine oturmasını istedi. Gerçekten sinirlendi ve kafasını diğer tarafa çevirip kendini gülümsemek için zorladı. Şişeleri tekrar rafa kaldırdı. Cömertlikle Joe’yu bir fincan kahve içmesi için zorladı ve ona bir sigara ikram etti. Daha sonra derin bir tava alıp sirke ile doldurduktan sonra yeni bir oyun yapacağını söyledi. “Bu yumurtayı sirkeyle dolu tavada kaynatacağım ve kabuğu kırılmadan yumurtayı şişenin içine koyacağım, yumurta şişenin içinde eski haline dönecek ve kabuğu tekrar sertleşecek sonra bu şişeyi sana vereceğim. İstediğin yere götürebilirsin bunu. İnsanlar yumurtayı şişenin içine nasıl koyduğunu merak edecek ve kimseye bir şey söyleme. Tahmin etmelerini iste. Bu hilenin eğlencili kısmı da bu işte.”
Babam sırıttı ve müşterisine göz kırptı. Joe Kane kendiyle uğraşan bu adamın akıl hastası ama zararsız olduğuna karar verdi. Kendisine ikram edilen kahveyi içti ve tekrar gazetesini okumaya başladı. Yumurta kaynayınca babam kaşıkla onu tezgâha götürdü ve boş şişenin olduğu odaya gitti. Misafiri onun oyununu izlemediği için sinirlendi; ama yine de neşeli bir şekilde işini yapmaya devam etti. Uzun bir süre şişenin ağzından içine sokmayı denedi yumurtayı tekrar kaynatmak için sirke dolu tavayı ocağın üstüne koydu sonra onu alırken elini yaktı. İkinci kez yumurta kaynadıktan sonra kabuğu biraz yumuşamıştı; ama babamın istediği kadar değildi. Tekrar tekrar denedi ve umutsuzluk benliğini sardı. Tam başardığını düşündüğü anda beklenen tren geldi ve Joe umursamaz bir tavırla kapıya doğru yürümeye başladı. Babamsa amacına ulaşmak ve onu restorana gelen müşterilerini nasıl eğlendireceğini bilen bir kişi ünvanına kavuşturacak olan şey için son bir umutsuz çaba sarf etti. Yumurta için endişelendi ve elinden geldiği kadar dikkatli ve nazik bir şekilde hareket etti. Terledi ve ter damlaları alnından aşağı aktı Yumurta elinde kırıldı. Yumurtanın içi üstüne sıçradığında kapının önünde duran Joe Kane döndü ve güldü.
Babam kızgınlıkla kükredi. Sinirinden yerinde duramadı ve peş peşe anlaşılamayan şeyler söyledi. Tezgâhtaki sepetten yumurtayı kaptığı gibi Joe’ya fırlattı; ama genç adamın başının yanından sıyırıp geçti çünkü hızla kapıya yöneldi ve kaçtı.
Babam elinde yumurtayla üst kata geldi. Ne yapmak istediğini anlamadım. O yumurtayı hatta tüm yumurtaları kırmayı, bunu yaparken annemle benim onu izlememizi istediğini zannediyorum. Annemin yanına gittiğinde ona bir şey oldu. Nazik bir şekilde yumurtayı masanın üzerinde koydu ve daha önce anlattığım gibi yatağın kenarında diz çöktü. Daha sonra o gece restoranı kapatıp üst kata geldi ve yatmaya gitti. Yattıktan sonra gazı üfledi ve annemle mırıldandıktan sonra uyudular. Ben de uyuduğumu sanıyorum; ama berbat bir uykuydu. Seher vakti uyandım ve uzun bir süre masanın üzerindeki yumurtayı izledim. Neden yumurtaların olması gerektiğini ve neden tekrar yumurtlayan tavuğun yumurtadan geldiğini merak ettim. Bu soru kanıma kadar işledi. Zannediyorum ki babamın oğlu olduğum için bu düşünce orada kaldı. Her neyse bu soru çözülmemiş şekilde aklımda kaldı. Ve sonuç olarak bu, ailemi belirli ölçülerde etkileyen yumurtanın zaferinin bir diğer kanıtıdır.