17 Ekim 2009 Cumartesi

Eveline by James Joyce

EVELINE

Eveline bulvara çöken akşamı seyrederek pencerenin önünde oturuyordu. Başını perdeye yaslamış ve burnunda tozlu patiska kokusu vardı. Yorgundu.

Sokaktan birkaç kişi geçti. Sonuncu evden çıkan adam evinin yolunu tuttu. Beton kaldırım boyunca adamın tıkırdayan ayak seslerini ve sonra yeni kırmızı evlerin önündeki tozlu yoldaki gıcırtısını duydu. Bir zamanlar orası akşamları mahalle çocuklarla oyun oynadıkları araziydi. Sonra Belfastlı bir adam araziyi satın aldı ve evleri yaptırdı ki bu evler onların küçük kahverengi evleri gibi değil parlak çatılı güzel tuğlalı evlerdi. Mahallenin çocukları o arazide oyun oynamaya alışmışlardı: Devinler, Waterlar, Dunlar, küçük topal Keogh, kendisi, ağabeyleri ve kız kardeşleri. Fakat Ernest hiçbir zaman oynamazdı, oyun oynamak için çok büyüktü. Babası onları çalı süpürgesi ile arazinin dışına kadar kovalardı; fakat çoğu zaman küçük Keogh gözcülük yapar ve Eveline’nin babasını gördüğünde çocuklara seslenirdi. Yine de oldukça mutluydular. Babası o kadar kötü biri de değildi üstelik annesi de hayattaydı. Uzun zaman önceydi, kendisi ve kardeşleri büyüdüğünde anneleri ölmüştü. Tizzie Dunn da ölmüştü ve Waterlar İngiltere’ye dönmüşlerdi. Her şey değişir. Şimdi diğerleri gibi o da gidecekti, yuvasını terk edecekti.

Yuva! Yıllardır haftada bir tozunu aldığı eşyalara göz gezdirip dünyadaki onca tozun nereden geldiğini merak ederek odaya bakındı. Hiçbir zaman ayrılacağını düşünmediği tanıdık eşyaları belki de bir daha hiç görmeyecekti. Kutsal Margaret Mary Alacque’ye verilmiş sözlerin renkli baskısının yanındaki kırık orgun üstünde duvarda asılı duran sararmış fotoğraftaki rahibin adını yıllardır anlayamamıştı. O, babasının okul arkadaşıydı. Ne zaman bir misafire fotoğrafı gösterse lafı geçiştirirdi:

“Melbourne’de şimdi.”

Gitmeye, yuvasını terk etmeye razıydı. Bu akıllıca mıydı? Bu soruyu enine boyuna düşündü. Evinde bir şekilde yatağı ve yiyecek ekmeği vardı. Hayatı boyunca yanında tanıdıkları olmuştu. Elbette hem evde hem de işte çok çalışması gerekiyordu. Mağazadaki çalışanlar aşığıyla kaçtığını öğrendiklerinde onun hakkında ne diyeceklerdi acaba? Aptal olduğunu söyleyeceklerdi, belki de yeri iş ilanıyla doldurulacaktı. Bayan Gavan durumdan memnun olacaktı. Özellikle kendilerini dinleyen birileri olduğunda ona kızardı.

“Bayan Hill, hanımefendilerin beklediğini görmüyor musunuz?”

“ Lütfen canlanın Bayan Hill.”

Mağazadan ayrılırken çok fazla gözyaşı dökmeyecekti.

Halbuki uzak bilinmeyen bir diyardaki yeni evi şu anki gibi olmayacaktı. Evlenebilirdi, o, Eveline. İnsanlar ona saygılı davranabilirdi. Annesine davranıldığı gibi davranmazlardı belki. Şimdi bile, on dokuzunu geçmesine rağmen bazen babasından korkuyordu. Yürek çarpıntılarının nedeninin o olduğunu da biliyordu. Büyürlerken babası Harry ve Ernest’in peşine düştüğü gibi onun peşine hiç düşmemişti. Çünkü o bir kızdı ve son zamanlarda onu tehdit etmeye başlamış ve sadece ölü annesinin hatırına bir şey yapmadığını söylemişti. Onu koruyacak kimsesi yoktu. Ernest ölmüştü ve kilise süsleme işinde çalışan Harry şehrin dışında bir yerlerde yaşıyordu. Ayrıca Cumartesi akşamları para yüzünden edilen gelenekselleşmiş kavga onu tarif edilemeyecek şekilde yormaya başlamıştı. Daima maaşının tamamını, yedi şilini, ona verir ve Harry de elinden geldiği kadarıyla para gönderirdi. Fakat dert babasından para almaktı. Babası, kafası çalışmadığı için parayı çarçur ettiğini, alın teriyle kazandığı parayı sokağa saçtığını ve bundan dolayı Cumartesi akşamları kendini oldukça kötü hissettiğini söylerdi. Sonunda parayı ona verir, Pazar günü için yemek almaya niyeti olup olmadığını sorardı. Daha sonra koşabildiği kadar hızlı koşup, siyah deri cüzdanı sımsıkı elinde, kalabalığı dirseğiyle yararak alışveriş yapar ve elleri erzaklarla dolu halde geç saatte evine dönerdi. Ev halkını bir arada tutmak ağır bir işti ve iki kardeşinin düzenli olarak okula gitmesinden ve yemek işinden o sorumluydu. Gerçekten ağır bir sorumluluktu – zor bir yaşamdı, fakat bu zor yaşamı terk etmek üzere olduğundan artık ona çekilmez gelmiyordu.

Frank ile başka bir hayatı keşfetmek üzereydi. Frank oldukça kibar, mert ve açık yürekli biriydi. Onun karısı olup, Bounes Ayres’te onu bekleyen evde birlikte yaşamak için gece gemiye binerek kaçacaktı. Onu gördüğü ilk günü çok iyi hatırlıyordu. Frank her zaman geçtiği ana yoldaki evde kalıyordu. Birkaç hafta önceydi. O kapıda duruyordu, kasketini arkaya itti ve saçı bronz yüzüne düştü. Tanıştılar. Frank her akşam mağazanın önünde onunla buluşur ve evine kadar eşlik ederdi. Frank onu “Bohem Kızlar” oyununa götürmüş ve tiyatronun alışık olmadığı bölümüne oturunca kendini mutlu hissetmişti. Frank müzikten aşırı derecede hoşlanmış ve biraz mırıldanmıştı. İnsanlar niyetlerini anlamışlardı ve Frank, denizciyi seven genç kız hakkında şarkıyı söylediğinde Eveline tatlı bir huzursuzluk hissetmişti. Frank eğlence olsun diye Eveline'e bebek derdi. Başlangıçta bu arkadaşlık onu heyecanlandırıyordu ve sonra ondan hoşlanmaya başladı. Frank ona uzak şehirlerin hikayelerini anlatıyordu. Kanada’ya giden Allan hattı gemisinde ayda bir Pound’a güverte tayfası olarak çalışmaya başladı. Çalıştığı gemilerin ve farklı servislerin adlarını ona söylerdi. Frank Macellan Boğazını da geçmişti, ona korkunç Patagonyalıların hikâyelerini anlatırdı. Bounes Ayres’te karaya çıktığını ve sadece tatil için eski şehrine geldiğini söyledi. Tabi ki babası bu ilişkiyi öğrendi ve onunla konuşmasını yasakladı.

“ Bilirim bu denizci tayfasını!” dedi.

Bir gün babası Frank ile tartıştı ve ondan sonra sevgilisiyle gizlice buluşmak zorunda kaldı. Akşam sokağa çökmeye başladığı için kucağındaki iki mektubun beyazlığı fark edilmiyordu. Biri Harry’den, diğeri babasındandı. En çok Ernest’i sevmesine rağmen Harry ile de arası iyiydi. Babası gün geçtikçe yaşlanıyordu. Babasının onu özleyeceğini fark etti. Bazen çok hoş biri olabiliyordu. Kısa bir süre önce hasta olup yattığında, babası ona hayalet hikayesi okumuştu ve ateşte tost yapmıştı. Başka bir gün, anneleri hayattayken hep beraber Howth tepesine pikniğe gitmişlerdi. Onları güldürmek için annesinin bonesini takmasını hatırladı.

Zamanı daralıyordu ama o başını perdeye dayamış, tozlu patiska kokusunu içine çekerek oturmaya devam ediyordu. Sokağın aşağısındaki sokak çalgıcılarını duydu. Bu ezgiyi ne tuhaftır ki biliyordu. Bu ona annesine verdiği sözü, elinden geldiği kadar ev halkını bir arada tutmak için verdiği sözü hatırlatıyordu. Hasta annesinin son gecesini hatırladı, salonun diğer tarafında koyu karanlık odada oturuyordu yine ve dışarıdan İtalya’nın melankolik havasını işitiyordu. Sokak çalgıcısına altı penny vererek gitmesini söylediler. “Allah’ın belası İtalyanlar! Buraya kadar geldiler.” diyerek çalımla hasta odasına giren babasını hatırladı.

Derin düşüncelere daldıkça annesinin son anına kadar feda ettiği sıradan yaşamının acıklı hali yüreğine oturdu. Saçma bir ısrarla sürekli “Deravun Seravun! Deravun Seravun!” diyen annesinin sesini duyar gibi oldu ve titredi. Ani bir irkilmeyle ayağa kalktı. Kaç! Kaçmalıydı! Frank onu kurtarabilirdi. Frank ona sevgiyi de hissettirebilirdi. Ama yaşamak istiyordu. Neden mutsuz olsun ki? Mutlu olmak onun da hakkıydı. Frank onu kollarına alıp, bağrına basabilirdi. Onu kurtarabilirdi. Kuzey duvarındaki istasyonda sallanan kalabalığın içinde durdu. Frank onun elini tuttu ve o, Frank’ın deniz yolculuğu hakkında tekrar tekrar ona bir şeyler anlattığını biliyordu. İstasyon, kahve renkli bavullu askerlerle doluydu. Rıhtımın geniş kapılarında iskeleye yanaşmış, parlak pencereli siyah vapura gözü ilişti. Hiçbir şey diyemedi. Yanaklarının solgunlaştığını, üşüdüğümü hissetti. Korkunun verdiği acıyla tanrıya yol göstermesi için yalvardı, görevinin ne olduğunu göstermesini istedi. Sisin içinde geminin hüzünlü sesi duyuldu. Gitseydi, yarın Bounes Ayres’e doğru yol alarak denizin ortasında Frank ile birlikte olacaktı. Onların yeri ayrılmıştı. Frank’in onun için yaptığı onca şeyden sonra hala geri dönebilir miydi? Acısı midesine vurdu ve dudağını sessizce hareket ettirmeye devam ederek içten dua etti. Vapurun sesi yüreğinde çınladı. Frank’in elini tuttuğunu hissetti.

“Gel!”

Dünyanın tüm denizleri yüreğine doldu. Frank onu denizlere sürüklüyordu, onu boğacaktı. Her iki eliyle demir tırabzanları tuttu.

“Gel!”

“Hayır! Hayır! Hayır!” İmkânsızdı. Çılgın bir halde demire sarıldı. Denizin ortasında feryatla bağırdı.

“Eveline! Eveli!”

Frank güverte boyunca koştu ve arkasından gelmesi için ona seslendi. Frank’a devam etmesi söylenmesine rağmen o hala Eveline’a sesleniyordu. Solgun yüzünü Frank’a dikti, hareketsiz, çaresiz bir hayvan gibi. Gözleri ne aşkın ne elvedanın ne tanışıklığın işaretini taşıyordu.